6 Mayıs 2009 Çarşamba




HAYATI(1480-1556)
Gerçek adı Mehmed b. Süleyman'dır. Kerbelâ'da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556'da Kerbelâ'da öldü. Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde 'Fuzûlî' adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan'ının girişinde açıklar. Ama 'işe yaramayan', 'gereksiz' gibi anlamlara gelen 'fuzûlî' sözcüğünün başka bir anlamı da 'erdem'dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır. Fuzûlî'nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan 'gizli bilimler'le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati'yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür. İnanç bakımından Fuzûlî, Şii mezhebine bağlıdır. On iki İmam'a karşı derin bir sevgisi vardır. Bütün yaşamını Kebelâ'da, Şiiler'ce kutsal sayılan topraklar üzerinde geçirmesi, aşağı yukarı bütün şiirlerinde tasavvuftan kaynaklanan bir sevgiyi, bir üzüntüyü işlemesi, Kerbelâ olayıyla ilgili ağıtları, Şeriat'ın katılığına karşı çıkışı bu nedenlerdir. Ancak Ali'ye bağlılığı, Ali'nin tanrısal bir varlık olduğu görüşünü savunan ve İslam ülkelerinde Galiye (aşırılık) diye nitelenen inançla ilgili değildir. Ona göre Ali erdemli, gönül bilgisiyle dolu, olgun, yetkin bir kişidir ve Peygamber'den sonra imam (halife) olması gereken kimsedir. Bu görüşü benimsemeye, İslam ülkelerinde, mufaddıla (erdeme bağlı olma) denir. Fuzûlî de bu erdemden yana olanlar arasındadır. Ona göre Ali erdem bakımından, bütün halifelerden ve Peygamber'in yakınlarından (sahabe) üstündür. Bu konudaki inancını Hadîkatü's-Süedâ ('Mutluların Bahçesi') adlı yapıtında bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat'ı ele geçiren İsmail Safevi'ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir. Fuzûlî'nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat'ta bulunan On İki İmam'la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan'ındaki 'Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli' (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat'ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman'a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır. Fuzûlî'nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. 'Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir' anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle 'evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur' yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü. Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun'dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk'tan beslenen tasavvufun insan-tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı'dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı'nın bir görünüş alanıdır. Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan 'Tanrı özü'nden dışa taşmasıdır (sudûr); 'Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ' (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden ver olmuştur). Fuzûlî'nin anlayışına göre insan 'seven bir varlık'tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrı insanın Tanrı'ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı'nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir. Fuzûlî, 'maarif' adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, 'ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör' dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar. Onun ahlakla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm), ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl). 'Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar' diye başlayan Şikayet-nâme'sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslam dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan'ında da 'zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği' anlamındaki dizelere geniş yer verir. Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler: Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran'ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslam dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam'ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem 'namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma' biçiminde özetlenebilir. Fuzûlî'nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî'yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça'nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur. Hadikatü's-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe'yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî'de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler'den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir. Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî'nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir 'acı çeken varlık' olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür. Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir: 'Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz'. Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir. Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır. Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir 'inanç ulusu' olarak benimsenmiş, saygı görmüştür.

ESERLERİ

Divan (Türkçe), (ö.s.) 1838; Sıhhat ve Maraz, (ö.s.), 1940; Enisü'l-Kalb, (ö.s.), 1944; Terceme-i Hadis-i Erbain, (ö.s.), 1951, ('Kırk Hadis Çevirisi'); Beng ü Bâde, (ö.s.), 1956; Hadikatü's-Süedâ, (ö.s.), 1955, ('Mutluların Bahçesi'); Leylâ ve Mecnun, (ö.s.), 1955; Rindü Zahid, (ö.s), 1956; Divan (Arapça) (ö.s.),1958; Mektuplar, (ö.s.), 1958; Divan (Farsça), (ö.s.), 1962; Heft Câm, (ö.s.), 1962.

ALPARSLAN TÜRKEŞİN HAYATI


Alparslan Türkeş; aslen Kayserilidir. Büyük dedesi Arif Ağa Kayserinin Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşgerli Köyünden Kıbrısa göç etmiş ve buraya yerleşmiştir. Alparslan Türkeş 25 Kasım 1917de Lefkoşede doğmuştur. Babası Ahmet Hamdi Efendi, annesi Fatımatül Zehra Hanımdır.İlk ve orta eğitimini Lefkoşede tamamlamıştır. O yıllarda İngiliz işgal idaresi altında bulunan Kıbrıstan ailece Türkiyeye göç etmişler ve İstanbula yerleşmişlerdir. Askerlik mesleğine büyük sevğisi olan Alparslan TÜRKEŞ 1933 yılında Kuleli Askeri Lisesine girmiştir. Büyük başarı göstererek, 1939 yılında bu liseden mezun olmuş ve Harp Okulua geçmiştir.1939da Harp Okulundan mezun olarak piyade asteğmen rütbesi ile orduya katılmıştır. Orduda muntazaman terfi etmiş ve harp akademisi imtihanını kazanarak akademiye geçmistir. Başarılı bir eğitim dönemi sonrasında kurmay subay olarak mezun olmuştur. 1948 yılında GenelKurmay tarafından açılan imtihanları kazanmış ve bütün eğitim dönemindeki başarılarıda gözönüne alınarak Amerikaya tahsile gönderilmiştir.Amerikada piyade okulu ve Amerikan Harp Akademisinde tahsil görmüş buralardan da iyi dereceler ile mezun olmuştur. Kurmay binbaşı olan Alparslan Türkeş (Amerikada) Washıngtonda bulunan daimi gurup nezninde Türk Genelkurmayının Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiştir. 1957 yılının sonuna kadar vazifesini sürdürmüştür. Bu süre içerisinde Üniversity of America (Amerika Üniversitesi)ya devam etmiş, International Economics tahsili görmüştür. Daha sonra yurda dönen Alparslan TÜRKEŞ, 1959da Almanyaya Atom ve Nükleer Okuluna gönderilmiş, bu okuluda başarı ile bitirmiştir. 27 Mayıs 1960 yılına kadar ,Avrupada muhtelif Nato toplantılarında ve askeri mevzularda Türk Genel Kurmay Basşkanlığının temsilcisi olarak bulunmuştur. 27 Mayıs 1960 Milli Birlik Harekatının önde gelen simalarından olan Alparslan TÜRKEŞ, bu hareketi partiler üssü ve milli birliği sağlayacak bir reform hareketi olarak düşünmüştür. Müdahaleden sonra birik üyesi olarak, Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. Görevde bulunduğu 27 Mayıs 1960, 25 Eylül 1960 tarihleri arasında, ülke va kültür bütünlüğü kanun tasarısını ve Devlet Planlama Teşkilatı kanun tasarısını kanunlaştırmış, devlet ve millet yararına sunmuştur. CHPli bazı politikacıların M.B. Komitesi üyelerine yapmış oldukları bazı telkinler ile Anayasa çiğnenerek 13 Kasım 1960 tarihinde 13 arkadaşı ile M.B. Komitesinden çıkarılmış ve Mürtet Hava Üstünde hapsedilmiş, daha sonra da, C.H.P. lerin rahat hareket etmeleri için 19 Kasım 1960‘ta Türkiyeden , hükümet müşaviri görevi ile Hindistan Yeni Delhiye mecburi ikâmetgah olarak gönderilmiştir. Alparslan Türkeş Hindistanda iken hükümet yöneticilerine mektuplarla sürekli ikazlarda bulunmuştur. 23 Şubat 1963 ta yurda dönen ALPARSLAN TÜRKEŞ, 21Mayısta tevkif edilmiş, 5 Eylül 1963te tahliye olmuştur. 31 Mart 1964te C.K.M.P ye üye olmuş ve Parti Genel Müfettişliği görevini almiştır.1 Ağustos 1965de C.K.M.P. nin kongresinde parti üyeleri tarafından genel başkanlığa seçilmiştir. (8-9) Şubat 1969 C.K.M.P.nin Adanadaki kongresinde ALPARSLAN TÜRKEŞin teklifiyle partinin ismi Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmiştir. 65-69, 69-73, 73-77 ve 1977den 12 Eylül 1980e kadar dört dönem, Ankara ve Adanadan milletvekilliği yapmıştır. 1975den sonra kurulan 1. Ve 2. M.C. hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur.12 Eylül 1980 hareketinden sonra sIkI yönetim tarafından tevkif edilmiş ve 29 Nisan 1981 tarihinde, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası adı ile sIkI yönetim mahkemelerinin karşısına çıkarılmıştır. Yargılandığı dava nedeni ile uzun süren tutukluluğu, 9 Nisan 1985de tahliye olarak son bulmuştur. Bu dava nedeniyle dört buçuk yıl tutuklu kalmıştır. 6 Eylül 1987de siyasi yasakların refarandum ile kalkmasından sonra 20 Eylülde Alparslan Türkeş M.Ç.P.ye törenle kaydolmuştur. 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan olağanüstü 2.Kongre ile Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanlığına seçilmiştir.24 Eylül 1991 tarihinde 19. Dönem Milletvekili seçimlerinde M.Ç.P.nin, I.D.P., R.P. ile üçlü ittifak yapmasıyle Yozgatdan milletvekili seçilmiştir. 15 Kasım 1991 tarihinde 18 arkadaşı ile ittifaktan ayrılarak bagımsız milletvekili olmuştur. 25 Aralık 1991de Demokratik Hareket Partisini kurmuştur.Kurucular Kurulu kararı ile parti kapatılarak, Milliyetçi Çalışma Partisinin 29 Aralık 1991 tarihinde yapılan 3. Olagan Genel Kongresinde tekrar M.Ç.P.nin Genel Başkanlığına seçilmiştir. Zamanla, olgunluğa ve doygunluğa yönelen ruh sıra sıra dizilmiş nefis dağlarını zorlamaya başlar. Dağın en nazik bölgesine yığınla odun ve kömür dizilir. Körükler kurulur. Alevler harlanır ve dağ erimiye başlar. Büyük ruhlu şahsiyet ard arda gelen ve gelenin gideni arattığı çileli bir dönem başlamıştır.Sıradan ruhlu çoğunluğun yaşandığı mevsim genellikle yazdır, bahardır. O ise Ağustosta suya girse balta kesmez buz olur Doğruyu söyleyip savundukça kınanır, çoğunluğun sahip olmak için şahsiyetini bile paraladığı şeyleri o terk ettikçe adı deliye çıkar. Çekilen sistemli çilenin dozajı arttıkça nefis sıra dağları birer birer delinir, aşılır. Bu süreç sona doğru yaklaştıkça halkın deli dediği bu büyük ruhlu insan, Hakkın yanında veli sıfatını kazanmaya başlar.Bu arınma, olgunlaşma işleminden önce, nefsin ağarlığını hissettirdiği, Alplik sıfatının öne çıktığı dönemlerde bu şahsiyetin mücadelesi olabildiğince dışa yöneliktir. (küçük cihat dönemi) Mücadelesi delikanlıcadır. Delice akan bir ırmaktır O. Bazı baharlarda coştukça coşar, bazen etrafını silip süpürebilir. İlahi rahmetin tam kontrolunda olduğu için genellikle uçurumların kenarından bir vesile ile çekip alınır, büyük cihat gününe hazırlanır. Genellikle, görünür planda tama zafere ramak kala yaşatılan büyük hayal kırıklığı ile küçük cihattan büyük cihada çekilir bu büyük ruhlu şahsiyet. Halbuki, ilahi murad bambaşka bir senaryo taktir etmiştir ta ezelde.12 Eylül 1980 hareketinin kapattığı siyasi partilerin isim ve amblemlerinin kullanma yasağının kalkması ile, 27 Aralık 1992 tarihinde, kapatılan M.H.P.nin o günkü delegelerinin katıldığı kongrede, M.H.Pnin isim, amblem kullanma yetkisi tekrar kurucu Alparslan Türkeşe devredilmiştir. 24 Ocak 1993 tarihinde yapılan kongrede. M.Ç.P. yerini M.H.P.ye bırakmış, Genel Başkanlığa da Alparslan Türkeş seçilmiştir. Başbuğumuz 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerde Adanadan milletvekilliği adaylığını açıklamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, 24 Aralık 1995te yapılan genel seçimlerde antidemokratik %10luk ülke barajına takılarak meclise girememiştir. Başbuğumuz, evli, ikisi erkek, beşi kız yedi çocuk babasıdır. İyi derce Fransızca ve İngilizce bilmektedir.


Aşkı Yaratan Allah'tan Korkulur mu?(Hz. Mevlana'nın(ks) Hatırasına) 23/4/2009
En coşkun aşkla bağlı olduğumuz Yüceler Yücesi, bizi sevgisinden sevgisiyle yarattı. Sayısız nimetler verdi. Yarattığı her şey bizim için, bizler de büyük ve derin bir muhabbetle O’nun içiniz. Öyleyse sevginin yaratıcısı olan Allah’tan korkulur mu? Elbette korkulmaz Allah’tan. Hastalıklardan, hırsızdan, hayırsızdan korkar gibi korkulur mu, Yüceler Yücesi Yaratıcımızdan? Allah korkusu, “O’na layık kul olamamak” korkusudur. “Verdiği nimetlerin şükrünü ödeyememek” korkusudur. Bu korku, “en derin saygımızda kusur etmek” korkusudur. “Ne yaparsak yapalım, O’nun sevgisine karşılık verememek” korkusudur. Bu korku, tatlı bir heyecan taşır içinde. Ulvî ve kutsal olan bir başka korkudur Allah korkusu. Mevlânâ’ya göre “Allah korkusu, imanlı bir kalbin ziyneti ve süsüdür. O korkudan mahrum olan gönüller, haraptır ve şehvet yuvasıdır.” Hz. Mevlânâ bir gün tamirat için evine usta çağırmıştı. Adam işini yapmaya başlamıştı. Mevlânâ’nın talebelerinden bazıları, onun Hristiyan olduğunu anlayınca biraz da şakayla ona şöyle dediler: “Dinlerin en sonuncusu ve en güzeli İslam’dır. Sen de güzel gönüllü bir insansın. Niçin Müslüman olmuyorsun?”Usta, işine ara verdi. Başını kaldırıp onları şöyle bir süzdü. Sonra da biraz mahcup olarak şu cevabı verdi: “Neredeyse 50 yıldan beri İsa dinindeyim. Dinimi terk etmek hususunda ondan korkuyor ve utanıyorum. Ustanın bu sözlerini, o sırada içeriye giren Mevlâna duymuştu. Şu karşılığı verdi: “İmanın sırrı korkudur. Her kim Allah’tan korkarsa , o Hristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir.” Mevlânâ’nın bu açıklaması üzerine adam, hemen Müslüman oldu. Kendinizi güvende hissetmeyinMevlânâ, insanın dünya imtihanından emin olmamasını ister. Çünkü dünya imtihanı ağırdır; zira kazandıracağı Cennet, çok kıymetlidir. Bu en büyük ikramiyeyi kazanmak, elbette önemli bir emekle mümkündür. Allah, insana kaldıramayacağı bir yük yüklemiş de değildir. Buna rağmen insan, his ve heveslerine kapılıp, dünyanın imtihan yeri değil, bir zevk ve eğlence yeri olduğunu sanıyor. İşte o zaman, imtihan sahibinin azametini, celâlini, adalet sıfatlarını, dolayısıyla vereceği karşılığı düşünüp korkmak gerekir. Allah’tan değil, ama bizim hak edeceğimiz sonuçtan korkmaktır bu. Tabiî ki cezayı verecek olan Yüceler Yücesi olduğu için korku da ümit de O’na yönelmektedir. Hz. Mevlânâ, kendisini bu korkudan emin görenlere şaşar ve onları şöyle uyarır: “Allah Teala’nın; ‘Korkmayın!’ hitabını işitmediğin halde ne için kendini güvende ve hoş görüyorsun? Dünya’da Allah’tan korkmayan, ahirette korkar. Dünya’da Hak tarafına meyletmeyen, Ahirette gamlıdır.”Mevlânâ, bu beyitleriyle aslında bir hadisi şerifi açıklamaktadır. Güzeller Güzeli (sav), Rabbimizin şöyle buyurduğunu duyurur: “İzzet ve Celâlime yemin ederim ki, bir kulumun üzerinde iki korku ve güveni birleştirmem. Benden dünyada korkarsa, onu ahirette emin kılacağım. Kulum benden dünyada korkmazsa (yani günahtan kaçıp ibadete yönelmezse), onu ahirette korkutacağım!”“Her kim Allah’tan korkarsa onu emin kılarlar. Kalbi korkan bir kimseye sükûnet sunarlar.Korkmayın! Müjdesi, dünyada Allah’tan korkanların ziyafet durağıdır. Bu müjde, Allah’tan korkanların hakkıdır.”“Her kim ki, Allah’tan korkar ve takvalı olmayı seçerse, cinler ve insanlar ve onu gören her şey kendisinden korkarlar (da zarar veremezler).”“Sen korkma!’ hitabını işittiğinde ne denizden kork, ne dalgadan ve ne de köpükten.” Arifler, kan denizinden geçmiş (nefisle mücadelenin çilesini çekmiş) olduklarından daimî surette emindirler. Onların emin olması korkunun tâ kendisinden ileri gelir. Şüphesiz Allah korkusu onları her an daha emin kılar. “Gözün siyah kısmında bu kadar aydınlık olduğu gibi, Allah korkusunda da binlerce emin olma hali vardır. Emniyetin korkuda gizli olduğunu gördüm. Ey seçilmiş saf kişi! Ümit içinde korku olduğunu da görmelisin!”Bu beyitleri ile Mevlânâ, korkuda ümit ve emniyet, korkusuzlukta da asıl korku (ahiret korkusu ve güvensizliği) olduğunu açıklamaktadır.Samimiyet kazandırırMevlâna, sevgide samimî olmayı çok önemser. Eğer bir insan, samimî bir sevgiyle samimî olmayan bir mürşide bağlansa yine de ondan istifade edebilir. Bu manevî istifade, samimî, içten, candan olmanın bir kerametidir. "Böyle bir kişinin hâli, gece yarısı kıbleyi arayıp namaza duran kimseye benzer. Yöneldiği yön kıble olmasa bile namazı doğru ve makbul olur."Bazen de alıcının samimî olmaması, gerçek bir mürşidi etkisiz bırakır. Ancak irşat edicinin etkisiz kaldığı yerde hatayı, alıcısı kapalı olanda aramalıdır:"Eğer bir yerde kurumuş ağaç bulunur da bahar rüzgârlarından feyiz almazsa, ondan dolayı o ruh arıtan rüzgârı ayıplama!"Mevlâna, şeyhliğe özenen icazetsiz samimiyetsizleri de: "Her biri Musa'yım diye eline bir sopa almış, her biri İsa'yım diye ahmaklara üfürmeye kalkmıştır." diye tarif etmiştir. Bu sahte irşat ediciler birer taklitçidirler. Bu taklitçiler, ‘dere yatağı gibidir ki içindeki suyu içmez. Su, onun içinden geçer, su içenlere gider.’Doğru mürşidi bulmanın yolu da arayışında samimî olmaktır. Manen susuz olup da gerçekten yüreği yanana, su her yandan coşarak gelir: "Su arama! Susuzluğu elde et ki yukarıdan ve aşağıdan sana gelecek olan su coşsun."Demek ki susuzluğun da aranan suyu coşturan bir derecesi vardır. Coşturan ve muhtacına koşturan bir derecesi... Suya da susuzu aratan bu duygu, samimiyete sunulan bir mükâfattır.Hz. Mevlânâ’nın yakarışıEy yardım ve kurtuluş isteyenlerin imdadına yetişen!Bizi hidayete çıkar. Bilgimiz ve servetimiz, bizim için iftihar sebebi olacak bir şey değildir. Ya Rabbi! İkramınla ve lütfunle hidayet ettiğin (doğru yola ilettiğin) bir kalbi saptırma. Takdir kaleminin yazdığı belâları bizden çevir.Ey affetmeyi seven Allah'ım! Bizi affet. Ey eski ve karanlık dertlerimizin tabibi! İsyan derdimize de çare sun. Ey ayıpları örten! Üstümüzdeki koruma perdeni kaldırıp bizi rezil etme. İmtihan zamanında bize, güvenlik ve bağışlanma bahşeyle.Allah'ım! Hepimiz de nefsimizi kurtar, diye feryat ediyoruz. Bu feryada cevap vermeyecek ve bizi kendine yaklaştırmayacak olursan, Şeytan'dan farkımız kalmaz. Çünkü o da Kerim olan dergâhından kovulmuştu.Ey bahşişinin en azı cihan mülkü olan Allah'ım! Ben ne söyleyeyim? Zira sen, gizli her şeyi bilirsin."

28 Nisan 2009 Salı

27 Nisan 2009 Pazartesi



Giriş: Organik yetiştiricilikte, sentetik gübre ve pestisitler yerine kültürel uygulamalar, tabi gübre ve biyolojik kontrol yöntemleri kullanılmaktadır. Organik tarım, iyi bir uygulama ile çevre dostu ve daha sağlıklı ürünler bakımından önem kazanmaktadır. Çalışmalar göstermiştir ki organik tarım, üzümsü meyvelerde rahatlıkla uygulanabilecek bir üretim şeklidir.İnsan sağlığında önemli rolleri olan böğürtlende organik asitler, mineraller ve vitaminler bakımından çok zengin bir meyvedir. Meyve olgunlaşma tarihi bölgelere göre değişmekle birlikte Haziran sonu-Temmuz başında hasat başlamakta ve Eylül ayına kadar devam etmektedir.EKOLOJİK İSTEKLERİ: İklim: Böğürtlenler değişik iklim şartlarına daha kolay adabte olma özelliğindedir. Sıcaklığa ve kuraklığa ahududlarından daha fazla dayanıklıdırlar. Ancak Kış ve ilkbahar donlarına karşı ahudutlarına göre daha az dayanırlar. Genelde sıcak mutedil iklim bölgelerinde daha iyi sonuç vermektedir. Şeftali yetiştirilen bölgelerde böğürtlen yetiştiriciliği rahatlıkla yapılmaktadır.Toprak: Toprak olarak seçici değil ancak bitki, dinlenmiş, iyi drene olmuş, derin ve geçirgen toprak, yarı asit (ph 6 – 6,5), sert tabaka pulluk tabanı oluşmamış topraklar tercih edilmelidir. Bunun yanında toprağın besin maddelerince zengin olması verim ve kalite bakımından olumlu yönde etkilemektedir. Böğürtlenler ahududulara göre ağır topraklara ve hastalıklara daha tölaranslılardır. Ancak ağır topraklarda organik madde ilavesi ve dikim yerlerini yüksek yastıklar şeklinde yapılması ile problemler aza inecektir.ÇOĞALTMA METOTLARI: Kök sürgünleri, uç daldırma,yaprak-göz çelikleri ve kök çelikleri ile üretilmektedir.ÇEŞİT SEÇİMİ: Daha kazançlı organik yetiştiricilik için çok iyi adapte olmuş ve özellikle yaygın hastalıklara genetik olarak dayanıklı çeşitlerin seçimine dikkat etmelidir. - Çeşit bilindiği iklim ve toprak özelliğine uygun,- Verimli ve hastalıklara dayanıklı,- Pazarın aradığı, yola ve taşımaya dayanıklı, - Bitkisi kuvvetli gelişen, Meyveler taze olarak veya meyve işleyen bir kuruluşa pazarlanması durumlarında farklı çeşit gerektirmektedir.- Çeşidi, özelliği ve kaynağı belli olmayan fidanlar ile bahçe kurulmamalıdır. Bu tip fidanlarla çeşitler karıştığı için meyvenin Pazar değeri ve verim düşmekte, pazarlamada güçlüklerle karşılaşılmaktadır.BAHÇE TESİSİ: Yer Seçiminde Dikkat Edilmesi Gerekenler: Dikim yapılacak yer çevreden daha yüksek yerde seçilmelidir. Böylece su drenajı sağlanmış ve hastalık-zararlı yoğunluğu daha az olacaktır. Üretim yerindeki yeterli hava sirkülasyonu ile olabilecek kış zararlanmaları ve geç ilkbahar don zararını en aza indirecektir. Diğer yanda hakim rüzgar açık alanlarda (tepelerde) bitkilerde bitki dokularının kurumasına neden olabilir. Bu şekilde zararlanan bitkiler ise kış soğukları sürgünlerin ölümüne neden olmaktadır.Daha önceden meyve üretimi yapılmış (şeftali, elma, üzüm, üzümsü meyve v.b.) yerler kök kanseri riski taşıdığı için tercih edilmemelidir. Aynı şekilde kısa zaman önce domates, patates, biber, patlıcan ve tütün gibi solanacia familyasına ait ürünlerden birisi ile yetiştiricilik yapılmış ise, verticillium solgunluğu riski artacağı için bu tip üretim alanları tercih edilmemelidir.Yakındaki yabani böğürtlenler hastalık ve zararlıların kaynağını oluşturacağı için bu bitkilerin imha edilmesi gerekmektedir.